Fırat Semih Avşar
“Dört kitaptan başlayalım istersen, gel söze” diyordu Barış Manço, çok sevdiğim bir şarkısında. Günümüzde dezenformasyonun en çok etkilediği, ayrımcılıktan en fazla mağdur olan kesimlerden olan Suriyeli sığınmacılarla ilgili bir şeyler yazarken bu sözler geldi aklıma.
Mülteciler, yani yaşadıkları şehirler bombalandığı için yollara düşenler, parçalanan aileler, ayrımcılık, düzenli bir göç politikasının oluşturulamaması, sürecin yönetilememesi ve bütün bunların sıkıntısını çeken insanlar…
Bu yazıyı polemik için değil, genç bir kardeşiniz/arkadaşınız olarak gönüllü göç çalışmalarında bulunurken edindiğim izlenimleri ve bir gözlemimi paylaşmak için yazıyorum.
Şimdi, hak temelli yaklaşımın gerilediğini ve toplumdaki ekonomik kırılmaların göçmenleri de etkilediğini görüyoruz. Toplumdaki ekonomik sıkıntılar, aile sıkıntıları, sosyal medyadaki manipülasyonla birlikte, göçmenlere yansıtılmaya başlandı. Göçmenlerle ilgili yapılan birçok asılsız haber neticesinde, birçok göçmen sadece Suriyeli olduğu için evinin taşlanması, evinin yakılması, işten atılması veya şikâyet edilip sınır dışı ettirilmesi gibi birçok olumsuzluk yaşanıyor.
Göç çalışmaları sırasında tanıştığım Suriyeli üniversite öğrencisi arkadaşım üzerinden gördüklerim de bu yöndeydi. İstanbul’da sosyoloji bölümü öğrencisi olan arkadaşım, Suriye’den 10 sene önce gelmişti. Zorluklar içerisinde geldiği İstanbul’dan daha sonra Anadolu’daki bir şehre taşınmış, İstanbul’da üniversite okumaya dönmüş ve Türkçesini, İngilizcesini ve Arapçasını kendine göre belli bir seviyeye taşımış biriydi.
BİRLİKTE ŞAHİT OLDUĞUMUZ GERÇEK
Göç ve dezenformasyon konularıyla ilgili araştırmada birlikte şahit olduğumuz gerçek, Suriyeli göçmenlerin dezenformasyon, ırkçılık ve şiddete maruz kaldıklarıydı.
Medyada sığınmacılara yönelik haberlerin önyargı ve yanlış biçimde aktarılmasının sosyal medyada ne kadar büyük bir enkaz bıraktığını birlikte gördük. Bu süreçte, arkadaşımın her gün “sosyal medyadaki kötü habere bir örnek daha buldum” demesi, aslında hem onun için hem de benim için zor bir durumdu.
Ben, misafirperver bir toplum olduğumuzu ona anlatıp kültürler arası ortak neler yapabiliriz diye düşünürken, her gün sosyal medyada yayınlanan ve farklı bölgelerden gelen ayrımcı davranışlarla ilgili haberleri tek tek incelemek bizler için sıkıntılıydı. Ancak araştırmamızın konusu buydu. Onunla beraber göçmenlerle ilgili hırsızlık, cinayet, tecavüz ve insan ticareti gibi suçlamalarla dolu birçok “haber” örneği topladık.
Bu süreçte yakın takım arkadaşım olan kişinin bu duruma ne kadar üzüldüğünü gördüm. Kendisinin toplumda nasıl gözüktüğünü soruyordu bana sürekli. Çünkü toplumun Suriyeli olduğu için kendisini farklı bir kategoride görebildiğini gözlemliyor ve medyada kendisi hakkında bir şeylerin bile olabileceğinden korktuğunu belirtiyordu.
Tabii ki, biz kendi aramızda bunları rahatlıkla konuşabiliyorduk. Bir yandan konuşup dertleşirken, diğer yandan da çalışmamızı tamamlamaya çalışıyor ve yaşayarak öğreniyorduk. Bu anlamda yaptığımız araştırma için biz de bir kaynaktık aslında…
Çalışmamızı birlikte tamamladığım arkadaşım şu anda uluslararası bir sivil toplum kuruluşunda çalışmalarına devam ediyor. Türkiye’den katılıyor ve bir anlamda ülkemizi temsil ediyor. Yaşadığı ve şahit olduğu her şeye rağmen Türkiye’yi ve bizleri seviyor.
AYRIMCILIĞA İZİN VERİLMEMELİ
Bütün bu süreçte gördüğüm şuydu: Sığınmacıların sosyal medyadaki çarpıtılmış imajları ile toplum içinde bizlerle yaşadıkları çok farklı. Her şeyden önce bunun anlaşılması ve atılacak adımların ahlaki değerlerin dışına çıkmadan atılması gerektiğini düşünüyorum.
Sosyal medyanın oluk oluk yaydığı ayrımcılığın insanları ayrıştırdığını ve toplumsal birlikteliği olumsuz yönde etkilediğini görüyoruz. Bu noktada, sosyal medya ve ayrımcılıkla ilgili yasal düzenlemelerin daha etkili hale getirilmesi ve uygulanması gerek. Ama bunun yanında, toplumsal birlikteliğin ve kültürlerarası kaynaşmanın pekiştirilmesine yönelik çalışmaların gerekliliğini de daha net biçimde anlamamız gereken günlerdeyiz.
Medyanın kirliğinin ötesine geçip insanı görmek ve bu konudaki ciddi akademik çalışmaların önerilerine kulak vermek gerek. Çünkü onların söylediği de Barış Manço’nun söylediği dört kitabın sunduğu perspektif de muhtemelen bizi aynı sonuca ulaştıracak.