Karadeniz’in Güvenliği Montrö’ye Mi Bağlıdır? – 1

ABD Başkanı J. Biden ile Rusya Başkanı V. Putin’in önümüzdeki aylarda bir araya gelmesi beklenmektedir. Bu görüşme öncesinde ABD’nin Rusya’ya pek çok açıdan baskı yapmaya başladığını ve bu baskı alanlarından birinin de Karadeniz bölgesinde cereyan ettiğini görüyoruz. Ukrayna’nın NATO’ya alınması gerektiği tartışmaları ve Kırım meselesi önem arz etmektedir. Elbette Karadeniz’de yaşanacak her mesele Türkiye’nin güvenliğini de ilgilendirmektedir. Daha geniş açıdan bakıldığında, Karadeniz’in güvenliği Akdeniz güvenliğiyle de alakalıdır.

Bir diğer gündem, son on senedir tartışılan İstanbul Kanalı Projesi (Kanal İstanbul) olmuştur. Kanal Projesi tartışılırken eş zamanlı olarak gündeme gelen konu başlığı Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir. Rusya, geçmişte (Sovyetler döneminde) bu sözleşmeyi ısrarla değiştirmek istemesine rağmen son yıllarda sözleşmeyi savunmaktadır ve tartışılmasını bile asla istememektedir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışmaya açılmasıyla sadece Karadeniz’in güvenliği değil Türkiye’nin sınır güvenliği ve bağımsızlığının da tartışmaya açılmış olacağı söylenmektedir. Son dönemde Kanal Projesi ihaleye hazırlanırken Türk Deniz Kuvvetleri’nden emekliye ayrılmış bazı amirallerin ortak bir bildiriye imza atarak hükümeti uyardıklarını gördük. Bunun üzerine Reisicumhur R. Tayyip Erdoğan bir açıklama yaparak şöyle söylemiştir: “Daha iyisi için imkan bulana kadar bu sözleşmeye bağlılığımızı sürdürüyoruz.”

Peki, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni hazırlayan aktörler kimlerdi ve 1923’te Lozan’da Türkiye’ye bırakılmayan boğazların kontrolü 1936’dan sonra Türkiye’ye neden ve nasıl verilmişti? Bu sorunun cevabı, Akdeniz – Karadeniz hattında cereyan eden bugünkü meselelerin jeopolitik altyapısıyla alakalıdır. Bu yazı dizisinde meselenin geçmişinden bugününe tarihe dayalı bir analiz sunacağım. Böylece meseleye İngiliz ve Amerikan belgeleri üzerinden bakacağız.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir:

Montrö’deki sözleşme, Türkiye’nin kendi iradesi ve talebiyle elde edilmiş bir sözleşme değildi. Dönemin büyük oyuncuları arasındaki pazarlıklar sonucu hazırlanmış, jeopolitik roller belirlenmiş ve Türkiye’ye verilmişti. Türkiye, o günden itibaren bu sözleşmede kendisine biçilen rolü oynamaktan başka bir tercih bulamamıştır ve 1918 işgalinden beri boğazların tam kontrolünü elde edememiştir.

21 Temmuz 1936 tarihli Anadolu gazetesinin baş sayfası ve manşetlerinde Montrö Sözleşmesi

Rusya’ya Karşı Kırım, Kanallar ve Boğazlar Meselesi

Atilla İlhan, Hangi Atatürk kitabında E. Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı ve 6. Cumhurbaşkanı F. Korutürk’ün şöyle söylediğini nakleder:

“…Deniz Harp Akademisi’nde öğrenci olduğum sıralarda, 1923 Lozan Andlaşması, getirdiği mutlu sonuç yanında, bazı hükümleri ile, özellikle Türk Boğazları statüsü ile, biz genç subaylara ıstırap veriyordu. 1930’lara düşen o öğrenim yıllarında, Boğazların askerlikten arındırılmış olması, tahkim edilemez bulunması, ‘Boğazlar Komisyonu’ adı altında Türklerin yanında yabancıların da katıldığı ortak bir uzmanlar heyetinin kontroluna bırakılmış olması, aramızda sık sık tartışmalara neden oluyordu.”

Atilla İlhan, kitabında bunları naklettikten sonra 1936’da Türkiye’nin boğazlarda hakimiyet kazandığını ve Lozan’da Türkiye’ye bırakılmayan boğazların nihayet Montrö’de alındığını savunur. Türk basını da meseleyi böyle yansıtmıştır. Ancak İngiliz ve Amerikan arşiv belgeleri bize bu resmi tarih edebiyatından çok daha farklı bir jeopolitik harita sunmaktadır. 1918’de Mondros Mütarekesi akabinde işgale uğrayan boğazların aynı işgalciler İstanbul’dan çekildikten sonra onların politikalarına göre statü kazandığını göstermektedir. Bu statü değişikliği ve sürekliliği günümüze kadar aynı aktörlere bağımlı olmuştur.

21 Temmuz 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinin baş sayfası ve manşetlerinde Montrö Sözleşmesi

Tarihte Türklerin boğazlardaki kontrolünü ilk tehdit eden Venedikliler olmuş ancak bunlar hedefine ulaşamamış, Türklerin boğazlardaki üstünlüğünü deviren Ruslar olmuştur. 1453’ten itibaren giderek Karadeniz’i iç denize dönüştüren Osmanlılar, boğazlarda ilk defa 1650’lerde büyük tehditlerle karşılaşmıştı. Bu, Venediklilerin yedi sene Çanakkale Boğazı’nı kapatma girişimiyle yaşanan bir krizdi. O dönemde Osmanlı Hükümeti, Girit Adası’nı yıllarca süren bir savaşla Venedik’ten almaktaydı. Bunu durdurmak için İstanbul – Girit hattını bloke etmeye çalışan güçlü Venedik donanması Ege’yi ve Çanakkale’yi kapatma mücadelesi vermişti. 1657’de bu mücadeleyi kaybetti. İstanbul – Girit hattındaki seyrüsefer güvenliği tekrar temin edildi. Venedikliler 1669’da Girit’in tamamından çekilmek zorunda kaldılar. Böylece Osmanlıların Girit fethi tamamlandı.

1770’lerde bu kez Ruslar geldi. Henüz Karadeniz’e kıyısı olmayan Rusların Okyanus’tan Akdeniz’e girip Ege’ye gelerek Osmanlı donanmasını dağıtması (Çeşme Vakası) Doğu Akdeniz ve Karadeniz jeopolitiğinde yeni bir dönem başlattı. Osmanlı’nın artık bu bölgelerde üstün güç olmadığı anlaşıldı ve Rusya’nın baskısıyla 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma Doğu Akdeniz ve Karadeniz’deki jeopolitik dengeyi hızla değiştirmeye başladı. Türklerin boğazları kontrol gücü böylece ilk defa 1774’te Ruslar tarafından kırılmış oldu.

Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya Karadeniz ülkesi oldu ve Rus ticari gemilerine boğazlardan geçiş hakkı verildi. Bu, diğer ülkelere de taviz verilmesine yol açacaktı. 1783’te Kırım’ı ilhak ederek Karadeniz donanmasını kurmaya başlayan Rusya, Akdeniz’deki ağırlığını da artırmaya başladı. 1820’lerde Mora Yarımadası’ndaki (bugünkü Yunanistan topraklarında) Rum isyanı yayıldı. Rusya’nın öncülüğünde İngiltere ve Fransa’nın da müdahil olmasıyla Osmanlı donanması 1827’de yakıldı (Navarin Vakası). Denizlerde gücünü kaybeden Osmanlı Hükümeti, Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. 1829’da Rusya’nın desteğiyle Yunanistan kurulduktan sonra boğazlarda başka ülkelere de haklar tanınmaya başlandı. Osmanlı ile savaşta olmayan ülkelere Karadeniz’e ticari gemi sokma hakkı verildi. Osmanlı Hükümeti bundan sonra Rusya’ya karşı Karadeniz – Akdeniz hattını kontrol etmeye çalışırken İngiltere ve Fransa ile ortak politikalarda buluşmayı uzun bir süre dış politikanın önceliği olarak uygulayacaktı.

1853’te Rusya’ya karşı Kırım Harbi başladığında İngiltere ve Fransa, Osmanlı’yı destekliyordu. Savaştan sonra Osmanlı tarihindeki ilk dış borç, İngiliz ve Fransız hükümetlerinden alındı. Londra ve Paris’te krediyi ayarlayan küresel bankerler İngiliz ve Fransız hükümetlerine Kırım harbindeki ordu masrafları için de kredi ayarlamışlardı. Bu savaştan sonra İstanbul’un Londra ve Paris’ten aldığı kredilerin karşılığında Doğu Akdeniz’deki liman gelirleri ipotek gösterildi. Ayrıca siyasi ve sosyal reformlar da 1856 Islahat Fermanı ile başlatıldı. Kırım Harbi’nde boğazlarda İngiliz ve Fransız gemileri rahat dolaşıyorlardı. Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin de şehirlerde silahlı ve ata binerek dolaşması sağlandı.

Karadeniz, jeopolitik önem açısından, her zaman Akdeniz ticaret alanının bir uzantı bölgesi olmuştur. Kırım Harbi’nden sonra Fransızlar Süveyş Kanal Projesi için İstanbul’dan istedikleri desteği de görmeye başladılar. İngiltere, Süveyş Kanal Projesi’ne itiraz etti ve bu kanal projesinin tehlikeleri ve risklerini gündeme getirdi. Ancak Fransızlar kanal inşaatını başlatabildiler. Kırım Harbi’nde Rusya’nın Akdeniz’e inmesini ve boğazlarda nüfuz tesis etmesini Fransa ile birlikte önleyen İngiliz Hükümeti, Kırım meselesinden sonra Süveyş’te Fransa ile karşı karşıya gelmişti. En son bu bölgede Fransızlarla 1801’de savaşan İngilizler, artık Londra – Paris hattındaki küresel sermayenin gücünü hesaplayarak politika geliştiriyorlardı. Bu yüzden Süveyş Kanalı’nın açılmasını önleyemeyen İngiltere zamanla bu bölgede yeni bir strateji benimseyecekti.

Doğu Akdeniz’den boğazlara uzanan gelişmelerin Lozan, Montrö ve günümüze nasıl geldiğini bir sonraki yazımda takdim edeceğim.

spot_img

Yazılarımız ve gelişmelerden haberdar olmak için mail bültenimize abone olun.